1 Aralık 2013 Pazar

And it's supposed to be love..





Bu sesi arabadayken duyduğumda hala Shazam indirmediğim için kendime kızıp, sadece şarkının aklımda kalan bir cümlesini not almıştım. Meğer şarkı zaten bu cümleden ibaretmiş:) Fakat ses o kadar dinlendirici ve naif ki defalarca dinledim:)




Babası Nijeryalı, annesi Romanyalı olan Almanya doğumlu Ayo'nun ismi, Yoruba (Nijeryada kullanılan dillerden biri) dilinde "joy" anlamına geliyormuş.  İlk albümünün isminin bu nedenle Joyful olduğu söyleniyor. Bunun dışında Gravity at Last, Billie-Eve ve Ticket to the World isimlerinde üç albümü daha var.




Şarkılarının hepsini sevdiğimi söyleyemem ama büyük bir çoğunluğu kesinlikle dinlemeye değer. Özellikle soğuk bir Pazar günü battaniyenin altında uzanırken fonda çalmak için ideal:)






8 Ağustos 2013 Perşembe

"Hatırladığım kadarıyla ben hep vardım"


"Ne zaman doğdun?"
Momo biraz düşündü ve sonra dedi ki:
"Hatırladığım kadarıyla ben hep vardım."

Yüzümde kocaman bir gülümseme oluşturan bu satırlar Michael Ende'nin Momo isimli kitabından ufak bir alıntı. Genelde çocuk kitabı olarak bilinse de Momo aslında büyükler için bir masal :) Kitap, küçük bir kız çocuğunun gözünden zaman kavramına farklı bir bakış açısı getiriyor.

Hayatına bir adım geriden şöyle bir bakmak isteyenler için harika bir kitap. İnsana mutluluk veriyor, farkındalığını artırıyor, sanki özgürleştiriyor. Ingrid Michaelson'un Be Ok eşliğinde Momo'nun hikayesine bir göz atalım.




Momo, kendi deyimiyle 102 yaşındaki küçük bir kız çocuğu, bir kente gelir ve kentin biraz dışında eski bir amfitiyatroya yerleşir. Kent sakinleri kimsesi olmayan Momo'yu hemen sahiplenir ve ona yardım ederler. Momo'yu sürekli ziyaret eden, dertlerini ona anlatmak isteyen bir sürü arkadaşı olur. Yetişkinlerin dertlerini dinler, çocuklarla ondan başka kimsenin aklına gelmeyen yaratıcı oyunlar oynar. Momo'nun bu kadar çabuk benimsenmesinin nedeni kitapta çok iyi bir dinleyici olması ile açıklanıyor.
"Momo karşısındakileri aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirecek şekilde dinlerdi."
Bir süre sonra kentte bazı şeyler değişmeye başlar. Şehre gelen Duman Adamlar insanları zamanlarını tasarruflu kullanmaya ikna ederek onların artırdıkları zamanları çalarlar. Artık kimsenin hiçbir şeye vakti yoktur. Sadece daha çok para kazanmak, herkesten daha iyi olmak için sürekli çalışırlar. Arkadaşları ve aileleriyle vakit geçirmeyi zaman kaybı olarak görürler. Kitap, Momo'nun Duman Adamlarla mücadelesi ile devam ediyor.
"Zamandan tasarruf edeyim derken aslında başka şeylerden tasarruf ettiğinin kimse farkında değildi. Yaşamlarının gittiçe daha zavallı, daha tekdüze ve daha soğuk geçtiğini kavramak istemiyorlardı. Bu gerçeği sadece çocuklar, ta yüreklerinde hissettiler. Çünkü artık kimsenin onlara ayıracak zamanı yoktu."

 


Kitap içlerinde gizli öğütler, mesajlar olan öykülerle dolu. Hoşuma gidenleri sizlerle paylaşıyorum:
"Prenses Momo'nun kocaman yuvarlak ve som gümüşten sihirli bir aynası varmış. Onu her gün, her gece dünyanın üzerinde gezmeye gönderirmiş. Ayna ülkelerin, denizlerin, kentlerin, tarlaların üzerinde uçup durduğu halde onu görenler hiç şaşırmaz, yalnızca "İşte Ay!" derlermiş.
Ayna geldiği zaman, güzel, çirkin, sıkıcı, artık önüne ne geldiyse hepsini Prensesin önünde döker, o da hoşuna gidenleri alır, gitmeyenleri dereye atıverirmiş. Hayaller de yeryüzünün akarsularında yüzerek geldikleri yere dönerlermiş hemen. İşte bu yüzden ne zaman bir suyun yüzüne baksak, onda kendi hayalimizi görürüz."
  
***   
"Bazen önüne upuzun bir cadde çıkıyor. Öyle uzun ki, insan bunun sonu gelmez sanıyor. O zaman acele etmeye başlıyorsun. Gittikçe daha çok acele ediyor insan. Her önüne baktığında yolun hiç de kısalmamış olduğunu fark ediyorsun. Daha hızlı ve daha gayretli çalışıyorsun; sonunda nefesin kesilip güçsüz kalıyorsun. Ve cadde hala upuzun bir şekilde seni bekliyor.
İnsan caddenin tamamına bakıp hemen bir karara varmamalı. Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli olarak bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur."
***  
"Dünyayı kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmek isteyen ve "Kızıl" diye anılan zalim Despot Marksentius Kommunus'u bilmeyen yoktur. Ama o ne yaparsa yapsın, insanlar oldukları gibi kaldılar, değişmediler... Çılgınlık bu ya, Marksentius Kommunus'un aklına da dünyayı kendi haline bırakıp yepyeni bir dünya kurma fikri takıldı.
Dünya büyüklüğünde; evleri, ağaçları akarsuları yerli yerine konmuş ve eski dünyanın tıpkısı olacak bir küre yapılmasını emretti.
...
Önce destek yapıldı, sonra dünya büyüklüğünde kocaman bir küre. Kürenin yapımı bittiğinde eski dünyanın üstünde ne varsa taklit edildi. Elbette bunun için pek çok malzeme gerekliydi ve bunu dünyadan almaktan başka çare yoktu. Böylece bir dünya büyüdükçe diğer dünya küçüldü.
En sonunda, bitmesi için dünyadan son taş da alınınca, yeni dünya eskisinin tıpkısı oldu. Tüm insanlarda oraya taşındı. Fakat Marksentius Kommunus bütün bu uğraşlara karşılık her şeyin eskisi gibi kaldığını görünce, harmanisini başına örttü ve çekip gitti. Nereye mi? İşte bunu kimse öğrenemedi."




4 Temmuz 2013 Perşembe

Who will comfort me?





Jazz'ın en yumuşak kıyılarında gezinen, karakteristik sesiyle insanı büyüleyen Melody Gardot'u dinliyorsunuz.  Henüz sadece üç albümü olmasına karşın, 2010 yılında ikinci albümü olan My One and Only Thrill ile üç dalda Grammy'e aday gösterilen gerçek bir yetenek ile karşı karşıyayız.




Onu bizimle tanıştıran ise geçirdiği bir kaza sonrasında çektiği acılara rağmen müziğe tutunarak ayakta kalan mücadeleci ruhu. 1985 doğumlu şarkıcı 18 yaşında iken trajik bir kaza geçiriyor. Gerçekten çok üzücü bir olay olduğu için daha fazla dramatize etmeden kısaca değinmek istiyorum. Bisikletle gezerken, kırmızı ışıkta geçen bir jipin ona çarpması sonucu vücudu ağır hasar görüyor ve bir yıl boyunca hastanede kıpırdamadan yatıyor. Vücudundaki kırıklar dışında beyninde meydana gelen hasar, isimleri ve nesneleri hatırlayamamasına, ışığa ve sese karşı aşırı duyarlılık göstermesine neden oluyor. Düzgün bir cümle bile kuramayacak duruma gelen Gardot bunu aşabilmek için doktorunun tavsiyesi ile müziği terapi olarak kullanıyor. Müzikle pratik yaparak sonunda düzgün cümleler kurabiliyor, daha önce başaramadığı en basit kaşık tutma, diş fırçalama işlevlerini yeniden öğreniyor. Kendi deyimiyle Everest Dağı'na tırmanıyor.

                               


Dokuz yaşında piyano ile müzikle tanışmış, 16 yaşından itibaren Philadelphia'daki barlarda çalmış olmasına rağmen karşımıza daha çok gitarıyla çıkıyor. Kırık olan leğen kemiği yüzünden oturamadığı için piyano çalamıyor ve bunun üzerine kaldığı hastane odasında gitar çalmayı öğreniyor. Hatta ilk şarkısı olan Some Lessons: The Bedroom Sessions 'ı bu odada yazıyor. 




Geçirdği kazadan geriye görünürde sadece ışığa olan duyarlılığı nedeniyle hiç çıkarmadığı gözlükleri ve de bastonu kalmış olan Gardot, sesiyle harikalar yaratıyor. Bir ropörtajında kendisinin Norah Jones, Madeleine Peyroux gibi jazz ikonları ile karşılaştırılmasına gösterdiği tevazu ile beni bir kez daha kendisine hayran bıraktı diyebilirim. Müziği, rekabete yönelik bir kavram olarak düşünmediğini ve hiçbir müzisyenin yaptığı müziği bu anlamda yorumlamadığını, tüm bu karşılaştırmaların insan doğasının bir benzerlik arama, mukayese etme duygusundan kaynaklandığını söylüyor.




Jazz'ın sadece güzel bir ses değil aynı zamanda karizmatik ve özgün bir duruş gerektirdiğini düşünenlerdenim. Bu nedenle Melody Gardot tartışmasız listemin ilk sıralarında yer alıyor.
My One and Only Thrill albümünden Smooth Jazz radyosunda hit gösterilen Who Will Comfort Me?  canlı performasını aşağıda paylaşıyorum. Bana göre de en güzel şarkılarından biri. Şiddetle tavsiye ederim :)







19 Haziran 2013 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş


Bu hafta, herkesin okuması gerektiğine inandığım, son zamanlarda okuduklarımın içerisinde beni en çok etkileyen kitaptan bahsetmek istiyorum. Afgan doğumlu yazar Khaled Hosseini'nin 2007 yılında basılan romanı Bin Muhteşem Güneş. Adını Saib-i Tebrizi' nin Kabil için yazdığı bir şiirin dizelerinden alıyor:




Bu kentin ne çatısını aydınlatan ayları sayabilirsin,
ne de duvarların gerisine gizlenen bin muhteşem güneşini...

Kitap boyunca Afganistan'daki şah devrimini, 1979 yılında başlayan Sovyet işgalini, antikomünist mücahitlerin Sovyet işgalinden kurtulmak istemesi ile başlayan iç savaşı, 1996 yılında  Taliban'ın ülkeyi ele geçirip şeriat yasalarını getirmesini ve en sonunda ABD işgalini adım adım öğreniyoruz.

Kitabın kahramanları, doğdukları topraklarda sürekli değişen siyasi yapı sırasında aşağılanmış, şiddete uğramış, çocukluk hayalleri "koca koca" adamlar tarafından yok edilmiş iki kadın. Biri babasının bir gülümsemesi için bütün hafta bekleyen, gayrimeşru çocuğuna vicdanını temizlemek için ayırdığı dar vakitleri sevgi zanneden, annesi ile küçük bir kulübede yaşayan Meryem.  Diğeri geleceğe dair büyük hayalleri olan, özgür ruhlu, babasının biricik kızı, tüm hayalleri bir patlama ile yok olan Leyla.  Bu iki kadının yolları Sovyet işgalinin sona erdiği, Taliban'ın şeriatı getirdiği dönemde yukarıda bahsettiğim o "koca" adamlardan birinin evinde kesişiyor.



Birkaç alıntı ile devam etmek istiyorum, eminim siz de benim kadar etkileneceksiniz:
İki buçuk yıl sonra, 27 Eylül sabahı, Meryem büyük bir gürültüyle uyandı; bağırışlar, ıslıklar, çığlıklar, çatapatlar ve müzik. Oturma odasına koştu, Leyla'yı çoktan gelmiş, omuzlarına aldığı Azize'yle birlikte pencereden bakarken buldu. Kız döndü, gülümsedi: "Taliban burada" dedi. 
Sonunda savaş bittiği için memnunlardı. Birkaç gün sonra kamyonlarda silahlı, sakallı, kara türbanlı erkeklerden hoparlörlerle yeni yasalarını öğrendiler:
"Vatanımızın adı bundan böyle Afganistan İslam Emirliği'dir. Bunlar da bizim  koyduğumuz, sizin uyacağınız yasalar:
- Bütün vatandaşlar günde beş vakit namaz kılacaktır. Namaz vakti başka bir iş yaparken yakalanan, kırbaçlanacaktır.
- Bütün erkekler sakal bırakacaktır. Meşru ölçü, çenenin altında, en az bir sıkılı yumruk uzunluğundadır. Bu emre uymayanlar, kırbaçlanacaktır.
- Şarkı söylemek yasaktır. Dans etmek yasaktır. Uçurtma uçurmak yasaktır.
- Kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaktır.
- Evinizde kuş beslerseniz kırbaçlanacaksınız. Kuşlarınız öldürülecek.
- Çalarsanız eliniz bilekten kesilir. Bir daha çalarsanız, ayağınız kesilir.
- Müslüman değilseniz, Müslümanların görebileceği bir yerde dua etmeyin. Bunu yapanlar kırbaçlanacak ve hapse atılacaktır. Bir Müslüman'ı kendi dinine döndürmeye çalışan kişi, idam edilecektir.
Kadınların dikkatine:
- Evinizden dışarı çıkmayacaksınız. Dışarıya çıkarsanız yanınızda mutlaka bir erkek akrabanız bulunacak. Sokakta tek başına yakalanan kadın dövülecektir.
- Makyaj malzemesi yasaktır. Çekici, gösterişli giyisiler giymeyeceksiniz.
- Sizinle konuşulmadan konuşmayacaksınız.
- Erkeklerle göz göze gelmeyeceksiniz.
- Uluorta gülmeyeceksiniz. Gülenler kırbaçlanacaktır.
- Tırnaklarınızı boyarsanız, bir parmağınız kesilecektir.
- Kadınların çalışması, kızların okula gitmesi yasaklanmıştır.
- Zinadan suçlu bulunursanız taşlaranarak öldürüleceksniz.  Dinleyin. İyi dinleyin. İtaat edin."
İşte iki kadın için, tüm Afgan kadınları için şimdiye kadar gördüklerinden çok daha acı, çok daha şiddet dolu günler bu yasalarla başlıyor.




Eğitimsiz, bilgisiz bırakılan kadınlar sonra da cahillikleri yüzünden hor görülüyor, çalışmaları yasak olduğu için çocuklarına dilenerek yada ölümü göze alıp fuhuş yaparak bakmak zorunda kalıyor, hastanelerinde tıbbi malzeme bile olmadığı için, tüm kaynaklar erkeklerin hastanelerine sunuluyor, narkozsuz doğum yapmak zorunda kalıyorlar. 
Doktor derin bir soluk aldı, açıkladı: hastanede narkoz yoktu.
"ama gecikirsen bebeği kaybedebilirsin."
"Öyleyse kesin beni" dedi Leyla.
Yatakta geri devrildi, dizlerini karnına çekti.
"Kesin karnımı ve bebeğimi verin bana."
Oysa Leyla küçük bir kız çocuğuyken babasının ona söylediği sözleri umutla dinlemişti.
"Daha çok küçüksün, biliyorum ama bunu şimdiden anlamanı ve iyice öğrenmeni istiyorum. Evlilik bekleyebilir, eğitim beklemez. Sen çok, çok zeki bir kızsın. Gerçekten öylesin. İstediğin her şey olabilirsin, Leyla. Seni tanıyorum. Ayrıca bu savaş bittikten sonra Afganistan'ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı hiç yoktur, Leyla. Hiç yoktur."  
O küçük Leyla ile şimdiki Leyla'ya baktığımızda, uzaktan izleyip üzüldüğümüz, acıdığımız hayatların nasıl bir anda bizim hayatımız olabileceğini, sahip olduğumuz şeylerin nasıl bir anda yok olabileceğini çok net bir şekilde görebiliriz değil mi? Bizim özgürlüklerimizi korumak için hala gücümüz var, onların ise hiç olmadı...






31 Mayıs 2013 Cuma

Wake up where the clouds are far behind me..


Kesinlikle bayılacağınızı düşündüğüm bir şarkı ve sesi sizinle tanıştırmak istiyorum :




somewhere over the rainbow, skies are blue,
and the dreams that you dare to dream, really do come true...

Orjinal ismiyle "Over the Rainbow", 1939 yılında meşhur Wizard of Oz  filminde Judy Garland 'ın sesiyle tanındı. Amerikan Film Enstitüsü tarafından tüm zamanların en iyi film müziği kabul edilerek Oscar alan şarkıyı bir kez dinlediyseniz, ne kadar haklı bir ödül aldığını şarkının ilk notasında anlamışsınızdır :) 

Paylaştığım videoda duyduğumuz ses ise Israel Kamakawiwo'ole ye ait. Şarkı bir çok kişi tarafından seslendirilmiş ve hepsi de çok başarılı ancak bu yorum ile gerçekten muhteşem olmuş. Bu ses kimindir, nasıl olur da daha önce duymadım diye araştırırken bana ilginç gelen bilgileri sizinle de paylaşmaya karar verdim :)

Israel Kamakawiwo'ole kısaca kendisine hitap edilen ismiyle Iz, 1997 yılında obezite nedeniyle vefat eden Hawaii'li bir müzisyen. 1993'te Facing Future albumunde yer alan Over the Rainbow ve What a Wonderful World şarkılarını birleştirerek yaptığı cover ile dünyaca ün kazanmış. Hawaii haklarının ve Hawaii yerlilerinin bağımsızlığının savunucusu olan Iz'in naaşı hükümet çalışanları dışında daha önce sadece iki kişinin eriştiği bir onur olarak Honolulu Capitol binasında bir süre ağırlanmış, Hawaii bayrakları o gün yarıya indirilmiş.

Iz'i araştırırken en çok ilgimi çeken, yukarıdaki videonun sonlarına doğru da görebileceğiniz cenaze töreni. Yaklaşık 10000 kişinin katıldığı söylenen törende Iz'in külleri büyük bir kutlama eşliğinde okyanus suyuna dökülüyor. Hawaii insanları Iz'in ölümüne kederlenmektense onun dünyada geçirdiği hayatı kutluyorlar ve onu sevgiyle, neşe içinde uğurluyorlar. Her ne kadar bizim törenlerimizde kutlama, neşe gibi kavramlar saygısızlık olarak algılansa da, buradaki kutlamaya yüklenen anlam o kadar naif ve hoş ki rahatsız etmiyor aksine sempati uyandırıyor. 

Ölümünden yıllar geçse de hala müziği, şarkıları reklamlarda ve filmlerde kullanılıyor, bu da onu bir nevi ölümsüz kılıyor. Ben de onun sesinden bir şarkı daha paylaşarak buna katkıda bulunmak istedim. What a Wonderful World'u bir de Iz'den dinleyelim mi? :)







19 Mayıs 2013 Pazar

Whatever Lola wants, Lola gets...





1955 yılından itibaren bir çok kişi tarafından seslendirilmiş şarkı, Gotan Project versiyonu ile benim vazgeçilmezlerim arasında. Şarkı bir çok filme, diziye hatta reklama ilham kaynağı olmuş. Bunların arasında David Beckham ve Sofia Vergara'nın oynadığı Pepsi rekamı da var :)

Şarkının ilham verdiği filmlerden biri de romantik komedi türünde, şarkıyla aynı ismi taşıyan bir film. İlk olarak 2007 yılında Dubai Uluslarası Film Festivalinde gösterilmiş. Uzun zamandır izlemek istiyordum, sonunda fırsatım oldu :) Yönetmen Nabil Ayouch ve başroldeki Lola'yı Laura Ramsey canlandırıyor.




New York'ta postacı olarak çalışan Lola'nın en büyük hayali dansçı olmak. Bir gün en yakın arkadaşı Yussuf'un ona izlettiği Ismahan isimli bir dansözün gösterisi ile oryantal dansına ilgi duymaya başlıyor. Hayallerinin peşinden gidip dansçı olmaya karar verdiği sırada Zack isminde Mısır'lı bir adama aşık oluyor ve 3 hafta süren bir romantizm yaşıyorlar.




Esas hikaye Lola'nın Zack'in peşinden Kahire'ye gitmesi ile başlıyor.





Kahire'ye büyük bir heycanla giden Lola,  Zack'in aynı heyecanı taşımadığını anladığında büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Mısır sokaklarında öylesine dolaşırken girdiği bir pavyonda izlediği dansözlerle, dans etme arzusu yeniden alevlenen Lola hayran olduğu Ismahan'ı bulup ondan ders alabilmek için her yolu deniyor.




Ismahan yıllar önce Mısır'da oldukça meşhur olmuş evli bir dansöz fakat patronuyla yaşadığı yasak aşk ortaya çıkınca tüm saygınlığını yitiriyor ve dansı bırakıp inzivaya çekiliyor.  Halk onu kabullenemiyor, kapısı taşlanıyor, hakaretler ediliyor bu nedenle Ismahan tek kızını okula götürmek dışında evden dışarı çıkmıyor. Film Lola'nın Ismahan'ı ikna edip ondan ders almaya başlaması ve Mısır'da çok ünlü bir dansçı olmasıyla devam ediyor.




Filmde şarkıyı Natacha Atlas'ın sesinden dinliyoruz. Mısırlı bir müzisyen olduğu için Ortadoğu ezgilerini ve aksanını rahatlıkla duyabilirsiniz. Bu da şarkının filme yakışmasını sağlamış diyebilirim.
Ve Lola'nın şarkımızla Mısır'da yaptığı dans:




Film her ne kadar Lola'nın dans hayali üzerinden ilerlese de Ismahan'ın yaşadığı aşk hikayesi ve hayal kırıklığı filme eksik kalan derinliği vermiş. New Yorklu bir kadının Ortadoğu kültürü ile tanışmasını derine inmeden küçük harflerle işlemiş eğlenceli bir film. Bağımlılık yapan bu şarkı eşliğinde keyifli zaman geçirmek isteyenlere tavsiye ederim :)





21 Nisan 2013 Pazar

"Siyah Beyaz Bir Film Gibidir Jane Birkin"





Bu haftamın şarkısı Living in the Limbo, bir yanıyla hüzün dolu ama bir diğer yanıyla insana huzur, özgürlük hissi veriyor. Günlerdir sürekli dinliyorum. Her seferinde kendimi Paris'te bir kafede kahvemi yudumlayıp, yağmurlu sokakları seyrettiğimi hayal ederken buluyorum.

Bu kadar çok dinlediğim şarkının sesine hayran kaldığım solistini araştırmamak olmazdı tabii. Arama motoruna Jane Birkin yazdığım anda gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bu kadar güzel, zarif bir kadınla karşılaşacağımı düşünmemiştim. Sosyal medyada "siyah beyaz bir film gibidir Jane Birkin" demiş bir yazar gerçekten de öyle. Şu anda oldukça yaşlı olmasına rağmen zerafetinden hiçbir şey kaybetmemiş.

1946 Londra'da doğmuş şarkıcı, oyuncu ve yönetmen olarak tanıtılıyor. Oysa Fransız olduğuna yemin edebilirdim :) Ardından da tabii ki Serge Gainsbourg ile olan büyük aşkından bahsediliyor. Birlikte söyledikleri "je t'aime moi non plus" şarkısı kimi çevrelerce fazla erotik bulunup, hatta bazı Avrupa ülkelerinde yasaklansa da hit olmuş. Serge Gainsbourg daha önce Brigitte Bardot ile de fırtınalı bir aşk yaşamış ve bu şarkıyı ilk onunla seslendirmiş fakat Bardot'un isteği üzerine 1986'ya kadar yayınlanmamış. Ben Birkin ile olan versiyonunu daha romantik buldum açıkçası.

Birkin, Gainsbourg'ün ilk fimi olan ve şarkıyla aynı ismi taşıyan filmdeki rolü ile de en iyi aktrist dalında Cesar Ödülü'nü kazanmış. 60 dan fazla sinema filmi ve bir çok stüdyo albümü var. 2001 yılında İngiliz Kraliyet Nişanı daha sonra da Fransa Cumhuriyet Nişanı'nı kazanmış.

Beğendiğim bir kaç fotoğrafını sizlerle paylaşıyorum. Yıllar önce giydiği kıyafetlere bakarsak, modadan da anlıyormuş diyebiliriz :)


           



Hermes'in meşhur Birkin çantaları da Jane Birkin'den esinlenerek tasarlanmış. Hikayeye göre Jane Birkin bir uçak yolculuğunda Hermes markasının Fransız sahibi Jean Louis Dumas ile karşılaşmış ve hasır çantasının yetersiz olduğundan, büyük kullanışlı ve sağlam bir çanta bulamadığından dert yanmış. Bunun üzerine Hermes'in sahibi Jane Birkin için bir çanta tasarlayıp kendisine göndermiş. Sonrasında Birkin çantaları tüm dünyada kadınlar tarafından istenen bir çanta olmuş. 




Jane Birkin ile geç de olsa tanıştığıma göre harika sesinden bir şarkıyı daha paylaşabilirim artık :)